Hepimizin belli bir miktar alana ihtiyacı var. Bu alan, fiziksel dünyamızı oluşturan somut sınırlar olduğu kadar içsel dünyamızda da soyut bir değer olarak önemlidir. Dışımızdaki alan, eşyalar, mekanlar, insanlar ve diğer şeylerle doldukça kendimizi daha sıkışık, daha güçsüz, ele geçirilmiş hissederiz.
Aynı durum içsel dünyamızda da geçerlidir. Kendi yarattığımız, bize ait olan ya da olmayan, bu günümüze kadar getirdiğimiz, yüklendiğimiz, taşıdığımız ya da koruduğumuz ‘değerler’, alanımızı daraltmaya ve bizi sıkıştırmaya devam eder. Artık bize hizmet etmediğini ya da ihtiyacımız kalmadığını fark ettiğimiz, bizi sıkan, huzursuz eden, geri çeken, engel olan, arada tutan, tetikte bırakan tüm duygu, durum, kişi ve işler için bu geçerlidir.
Dışsal alanımızdaki daralmayı hissetmek, içsel alanımızdakine oranla daha hızlıdır ve çözüm bulmak daha kolay görünür. Gözümüze fazla gelen, artık kullanmadığımız eşyaları atar, satar, ihtiyacı olan bir başkasına verir bir şekilde elden çıkartabiliriz. Pencereleri açar, tozu siler, çöpü atar ve eskileri atmanın yarattığı boşluğa taze ve yeni bir nefes doldurabiliriz. Pek çok kültürde ‘ bahar temizliği ‘ olarak anılan adet aslında şamanik bir ritüeldir ve yeniye yer açmanın kutsal karşılayışı olarak anlam bulur. Bunun bile zor geldiği, direnç gösterdiğimiz anlar yaşanabilir. İronik olan dışsal dünyamızdaki sadeleştirme hareketinin içsel dünyamızdan ivme kazandığıdır. Osho‘nun dediği gibi; ‘İçimizde ne oluyorsa dışımızda da olan odur’… Bunu fiziksel eşyalar, mekanlar, hatta insanlar ile olan ilişkilerimizde gözlemleyebiliriz. Burada ihtiyacımız olan şey derin ve önyargısız bir farkındalıktır. Pek çoğumuz eşyalar ile bağ kurarız, eşyalar bizi anılara götürür, anılar kişilere, kişiler duygulara, duygular ise içimizde sakladığımız ya da zaman zaman saklandığımız içsel dünyamıza… Bu içinden çıkılması karmaşık bir sarmal gibidir ve çoğu zaman ego – yani zihin – bu sarmal denklemin herhangi bir tarafını ele geçirmekte oldukça başarılıdır.
Denklemin bir üst basamağı ise mekanlarla olan bağımızdır. Pek çoğumuz yıllar boyu aynı mekanlarda yemek yemenin, kahve içmenin, otobüse binmenin, alışveriş yapmanın, saçımızı kestirmenin, film izlemenin güvenli, zaman kazandıran ve bir o kadar da keyifli olduğunu savunacak kadar ısrarcı olabiliriz. Bir profesör üniversitede öğrencilerine ders verirken şöyle demişti; ‘Mezun olduğunuzda çoğunuz büyük bir aşkla yeni işlerinize başlayacaksınız ve masanızı sevdiğiniz eşyalar, fotoğraflarla donatacak, kendi kahve fincanınızı götüreceksiniz. Yapabileceğiniz en tehlikeli şey işte budur. Bir gün o masada işten çıkartıldığınızı belirten bir mektup bulabilir ya da kendi istifa mektubunuzu bırakabilirsiniz. O gün geldiğinde mümkün olduğunca az zaman kaybedin’. Mekanların da tıpkı insanlar ve diğer canlılar gibi enerjileri vardır. Sürekli olarak aynı mekanda kalmak kişiyi konfor alanında saklı tutar, bu alan genişlemeye ve yenilenmeye engel oluşturabildiği gibi, kişi ile mekan arasında saplantısal, sağlıksız bir bağa da dönüşebilir. Yeni ve sağlıklı olanın her zaman verecek taze bir enerjisi vardır.
Denklemde en üst ve en riskli görünen basamak ise kişilerle olan bağımızdır. Bu her iki taraf açısından da pek çok değişkene bağlı olarak ilerleyen, karmaşık bir ilişkidir. Sevgili üstad Mooji her zaman ‘Bağlantısız ol – Be Unplugged’ der. Bu; kişilerle olan ilişkilerimizde en temel anahtar cümledir. Bağlantılı olmak beraberinde bağımlı olmayı getirir. Bağımlılık her türü ile sağlıksız bir ilişkidir.
Bir ilişkide bağlı olmak, sadakat, huzur, sevgi, anlayış, eğlence, neşe, keyif gibi pozitif dinamiklerle güçlü ve sağlam bir yapıya ulaşırken bağımlı olmak , taraf olarak üstlenilen rollerle ilintilidir ve çoğu zaman sağlıklı bir yapıya ulaşması zordur.
Herhangi bir ilişkide kişilerin, ‘kendi’leri ile kendilerini oluşturan diğer dinamikleri görmek ve farkına varmak oldukça önemlidir. Bu ayırt edişte en büyük yardımcımız aslında her zaman gözümüzün önündeki en güçlü bağ olan ‘SEVGİ’dir…. Karşımızdaki kişi ile aramızda olan, koşulsuz sevgi akışı mıdır? Her iki taraf da diğer kişi ile olan ilişkisinde ‘sana ne verebilirim’ diye sorabildiği anda mevcut ilişki koşulsuzluğa ve çıkarsızlığa doğru yön değiştirir. Buradaki ‘vermek ‘ kavramı , fedakarlıkla karıştırılmamalıdır.Odak noktasının tek taraflı olarak almak ya da vermek ten uzaklaşması ve kişiler arasındaki alma- verme dengesinin korunması önemlidir, aksi takdirde her iki taraftan biri tükenir ve ilişki yeniden sağlıksızlaşır. Alma – verme dengesi sağlandığında ilişkide serbest ve koşulsuz bir akış başlar, bu sevgiyi büyütür ve sonsuzlaştırır.Bu dengenin herhangi bir biçimde bozulduğunu,artık bize hizmet etmediğini, ruhani anlamda alacak ya da verecek bir şeyimiz kalmadığını hissettiğimiz ama hala inatçı bir ısrarla tutunduğumuz kişilerle olan ilişkilerimize bakabiliriz. Bu kişilere gerçekten ihtiyacımız var mı? Benim hangi tarafımı besliyor, ya da ben onun hangi tarafını besliyorum? Bu sorulara verilen cevaplar üzerinde çalışmak her ilişki için aydınlatıcıdır.
Çoğu zaman, dışsal ya da içsel dünyamızda yeni ve taze bir alana ne kadar ihtiyacımız olduğunu fark etmeden yaşıyoruz… Bunu fark etmediğimiz her gün, nefes aldığımız alan daralıyor… Farkındalık sağlamak için ise yapılacak en doğru şey, kalbimizin ve ruhumuzun ihtiyacı olanı zihnimizin isteklerinden ve direttiklerinden arındırarak keşfetmektir. Bunun için ise sakinliğe ihtiyacımız vardır. Meditasyon kişiyi, ruh ve beden olarak tam ve bütünsel bir sakinliğe ulaştıran çalışmalardır. Herhangi bir türde olsun, düzenli bir meditasyon çalışması ile aslında neye ihtiyacınız olduğunu ya da olmadığını kendi içinizde keşfedebilirsiniz. Osho’nun dediği gibi:
‘İçimizde ne oluyorsa, dışımızda olan odur!’
Comments